Başlarken
12 Eylül darbesi olduğunda, Doç Dr. Güney Gönenç ve Prof. Dr. Nazif Tepedelenlioğlu, ODTÜ Elektrik - Elektronik Mühendisliği Bölümünün (EE) en çok sevilen hocalarındandı. O günlerde EE 2. Sınıf öğrencisiydim.
Hocalarımızın 1402 ile bizlerden koparıldığı günü hüzünle anımsıyorum. Üzüntü ve çaresizlik içinde odalarını ziyaret ederken, bizi bina içinde gören bir başka öğretim üyesi H.G.,
"sizi ilgilendiren bir şey yok, dolaşmayın buralarda " diyebilecek kadar duyarsızdı!
Güney Gönenç Hocamız ile 2008 'de evinde yaptığımız söyleşiyi, Söyleşi teyp kayıtlarını çözüp, yazıya Eda Acara (ODTÜ Sosyoloji 2006 mezunu) yapmıştı.
odtülüler bülteni Aralık 2008, sayı 180 ile Mart 20009, sayı 184 arasında bir dizi olarak yayımlamıştık. Ancak Başkan Himmet Şahin ve Yayın Kurulunun kararı ile söyleşinin akışı değiştirilerek konulara bölünmüş ve bazı kısımları da sansürlenmiş olarak yayımlanabildi.
Güney Gönenç Hocamızla yaptığım söyleşiyi akışına, sözlü söyleşi biçimine sadık kalarak sansürlemeden yeniden yayımlıyorum.
3 Aralık 2011 'de hakka yürüyen, ODTÜ Siyasi Tarihinin askeri darbeler döneminin en önemli tanıklarından Güney Gönenç Hocamız ile yaptığımız söyleşiyi, söyleşi akışına, sözlü biçimine sadık kalarak ve sansürlemeden yeniden yayımlıyorum.
Bu söyleşiyi yapabildiğim için kendimi çok şanslı olarak görüyorum ve bu konuda görevini yapmış bir ODTÜ'lü olarak sevinç duyuyorum.
Polytechnic Institute
Biraz Nazif’ten söz edeyim. (Prof. Dr. Nazif Tepedelenlioğlu - HT) Nazif ODTÜ’den mezun olurken, ben ODTÜ’ye hoca olarak gelmişim. Tam 1962 yılında. Demek ki, 46 yılımı ben o bölümde geçirmişim. O dönemde barakalardaydık. Sonra, Parlar ’ın (Prof. Dr. Mustafa Nuri Parlar) da yönlendirmesi ile onun doktora yaptığı üniversiteye gittik, New York’a. Ben oradan Mastır aldım, sonra İngiltere’ye transfer oldum. Nazif oradan doktora aldı. “Polytechnic Institute” bu okulun adı. Büyük bir grup bizim bölümden, Parlar dahil oranın “rahley-i tedrisinden” geçtik. Önder Yüksel, Rüyal Ergül, Davras Yavuz gibi en az on kişi biz orada doktora yapıyorduk. Sonra Nazif döndü, herkes döndü, kalan olmadı… Ama birazdan anlatacağım, Nazif nasıl itekleyerek tekrar sürgün edildi Amerika’ya…
Sol, önden 2. Nazif Tepedelenlioğlu; sağ en ön Güney Gönenç; sağ 3. Mustafa Parlar (başının yarısı görülüyor)
12 Mart, Askeri Cunta Dönemi
Nazif bölüm başkanıydı 12 Mart’ta ve ODTÜ’de ilk seçilmiş Bölüm Başkanıdır yani öğrencilerin ve öğretim üyelerinin birlikte seçip, Rektöre önerdiği ve Rektörün kabul ettiği. Rektör de Erdal İnönü. Ve Erdal İnönü zamanında, ben Dekan Yardımcısı oldum, Nazif bölüm başkanıydı. Ve böyle ilerici bir dünya. Sedat Özkol da dekan yardımcısıydı. İki tane dekan yb 0bbardımcısı vardı. Mühendislik Fakültesi dekan yardımcıları küçücük bir odada otururduk. Ve 12 Mart gelip de darbe tamamen yapıldıktan sonra, askerler üniversitelere el koydular. Bir nevi işgal, işgal illa düşman ordular tarafından yapılmaz. Ahmet de Mehmet’in evini işgal edebilir. O işgal günlerinde, düşünebiliyor musunuz, Mühendislik Fakültesi Dekanı, Dekan Yardımcısı, Sedat Özkol, bir İdari İlimler Dekanı ve bir Rektör Yardımcısının üniversitenin kapısından girmeleri yasaklandı. Kapıdan içeri girmeleri yasaklandı. Askerin avucunda bu dördünün ismi vardı. Ben gördüm. Bizim dekanımız, Erdoğan Tekin’di ve hepsi işten atıldılar. (Dakika: 4.54)
5 Mart günü, benim sınavım vardı, soru hazırlıyordum. Kızılay’da oturuyordum ben o zaman. Gece saat 2.00 civarı, telefon çaldı ve ODTÜ’den bir sekreter hanımdı, sanırım. “Rektör bey, sizi acele üniversiteye çağırıyor.” dedi ve kapattı. Hemen bir taksi bulduk, gece 2.00’de. ODTÜ’ye gittim.
ODTÜ, tamamen askerle çevrilmiş. Biliyorsunuz, 4 Mart’ta birkaç tane Amerikalı er kaçırılmıştı. Bu olayların ODTÜ’de olduğu iddiası veya kanısı veya sanısı var. Ve olmadığı anlaşıldı bütün bu hengâmeden sonra. Ve ODTÜ tamamen çevrilmiş. Rektör ve diğer herkes görev başında. Nazif göreve çağrılmış. O da geldi. Ve orda ben şuna şahit oldum (isimleri unuttum ama): öğrenci liderleriyle asker liderlerinin (albayların); yani, albayla öğrenci liderleri arasındaki pazarlığa biz şahit olduk. Duvarın önünde 4 tane öğrenci duruyordu, karşılarında albay ve emniyet müdürü, diğer duvarda da Erdal İnönü ve biz 10 kadar kişi, bazen Erdal bey yardımcı oldu. Bütün olay biz burayı arayacağız, öğrenciler de; “Bizim askere karşı bir şeyimiz yok, polisin girmemesi koşuluyla istediği gibi asker, gelip arayabilir.” O gün sivil görünüşlü polisler de vardı zannedersem. Fakat albay diyor ki; “Devletin kolluk güçleridir, ikisini birbirinden ayıramam, böyle istek kabul edilemez”. Edilirdi, edilmezdi. Sonunda öğrenciler; “Peki o zaman biz de izin vermiyoruz.” dedi ve pazarlık kapandı. Saat sabahın beşi oldu. Biz çıktık, ambulanslar falan hazırlatmışlardı, lazım olur diye. Derken, saat öğleyin 14.00 gibi bir saatti. Kış olduğu halde hava güneşliydi. Herkes, yani öğrenciler de dâhil, yurtların altındaki kantinde sandviçler yendi vesair. Açık havada hepimiz bekliyorduk. Bir kargaşa yok. Bir anda ateş başladı. Nereden geldiğini, nasıl geldiğini anlayamıyorsunuz. (Dakika: 8.30).
Hele ben ömrümde ateş edilen bir yerde de bulunmuş biri değilim. Her taraftan ateşe başladılar, hiç uyarı olmadan. O zaman biz hiçbir şey görmüyoruz, sonradan öğreniyoruz. Bu ateşten 1 kişi öldü. O sırada farkında değiliz, sonradan öğreniyoruz meğersem yukarı doğru ateş ediyorlarmış, bize doğru değil. Binalara doğru, yukarı doğru ateş ediyorlarmış. Maden Tetkik Binasında tepeden “Ne oluyor?” diye seyretmekte olan bir ahçı öldü. Ve bir başka şey daha söyleyeyim, bir öğrenci de ölecek ama bu ateşten mi öldü onu bilemiyoruz. Bizim bölümün C Binasını düşün. Orada bir dönemeç var, D’ye doğru giden dönemecin köşesi. Orası şu an Aydan Hanım’ın odası sanırım. O zaman, Sevil Tan’ın odasıydı. O odanın kapısında kurşun deliği gördük, o ateşten. Yani yurtlardaki ateşten!
Bunun üzerine, Nafizle ikimiz dörtnala can havliyle yurtlara kaçalım dedik. Yurtlara bir yokuş iner. Zaten ben sakatım biliyorsunuz. Ben 2 yaşımdan beri sakatım. O inişten indik ve önümüz tamamen cam ve gerisinde öğrenciler. Nedense bina cam ile ayrılmış. Ateş yoğunlukla devam ediyor. Kapı açılmıyor, tokmağı nerede bilinmiyor. Demir iskemleler vardır, o iskemlelerden bir tane ben, bir tane Nazif kaptı; var gücümüzle, cama indiriyoruz. Ama cam kırılmıyor. Meğer flexiglassmış. Bir can havli ile… bir anda cam kımıldamaya başladı. Meğersem bu kanırtarak açılırmış. Öğrenciler bizi dışarıda görünce, kanırtmışlar, itmişler, bir insanın geçebileceği kadar yer açıldı. Oradan girdik.
Ateş devam ediyor
Bunu hiç unutamam, kurşun giriyor, tık tık tık yavaşlayıp sönüyor. Pinpon oynar gibi, 4 kere filan yansıyor. Herkes kağıt olmuş, bembeyaz, öğrenciler hocalar. Biz orada dört, beş hocayız. Sırtımız duvar, dışarıdan kurşun geliyor, “klink” diye bir ses geliyor aşağıya düşüyor. Bu aşağı yukarı 15-20 dakika sürdü. Sonra ateş kesildi. Kimse dışarı çıkıp bakmaya da korkuyor. Öğrenciler beyaz bayraklar sallayarak çıkmışlar kapılardan. Teslim olundu diye ateş kesilmiş. Aman fırlayın koşun derken, biz yine Rektörlüğe koştuk. Albay o gün kalp krizi geçirdi, Rektörlükte.
Hiç unutmam, bir mimarlık hocası vardır: Esat Durak, Nazif, ben ve Esat Durak Rektörlükten çıktık. ”Yurtlara doğru gidin.” dediler. Şimdinin İş Bankası’nın olduğu yerde, albayın komuta merkezi olarak kullandığı bir cip var. Her tarafında antenler var. Orada albay oturuyor. Koşturaraktan çocuklar geldi. Efenim bir arkadaşımız ölmek üzere, bir helikopter bulalım, çocuk meğersem damdaymış. Damda vurulmuş. O dama da minare merdiveni gibi bir şeyle çıkılıyor; yani bir yaralının oradan indirilmesi mümkün değil. Bu da her kimle konuşuyorsa, komutanım diye konuşuyor. Telsizle konuşuyor ve telsizden gelen cevabı da duyuyoruz:
“Komutanım bir öğrenci yaralıymış, ölmek üzereymiş.”
Biz de cibin yanında duruyoruz.
“Ne yapalım helikopter mi isteyelim?”
Telsizdeki ses;
“Bırakın gebersin kereta” dedi.
Hiç unutamıyorum. Bunun üzerine, Esat Bey, benden bir iki yaş büyük, albayın iki yakasına yapıştı, “gebersin mi kereta gebersin mi?” diye… Baktım çok kötüye gidiyoruz. Esat Beyi tuttuk, Esat gözünü seviyim falan dedik. Oradan yurtlara gittik. (Dakika: 16.30)
Hangi olay hangisinden önceydi tam hatırlayamıyorum ama Makine Mühendisliğinden çıktık. Devrim yazısı denince hep bu gelir aklıma. Öğretim üyeleri öğrencilerle birlikte stadyuma sevkedildik. “Çöööök” dedi adam. Albay veya bir binbaşı bağırıyor. Ve her taraf vitralyöz, makinalar. “Çööööök” dedi, hepimiz çöktük ve Nazif de yanımda. Nazife dedim ki: “Nazif, ne yapacağız? Ben bir hareket edeyim, albaya ulaşayım.” Daha önce de beni oralarda, gördü dolaştığımızı. Ben ayağa kalktım, “Çööööök” dedi. Biraz kalkarak, biraz çök diyerek, albaya ulaşmayı başardım. Albaya dedim ki; “Albayım burada, 10 kadar öğretim üyesi var, yurda kaçmıştık ateş açılınca. Öğretim üyeleri çıksın. Şimdi yurtlarda arama başlayacak” dedi. Bunun üzerine; “Her arama ekibine, bir öğretim üyesi dahil olsun” dedik. Peki, dediler. Nazifle ben, ikimiz de bir kız yurduna isabet ettik. Şimdi bir ekip var, kadın polislerden oluşuyor. Bir tane amiral gibi bir kadın işin başında. (Dakika: 18.49)
Erdal Bey o sırada Rektörlükte; bir fiil Rektörlükte. 2 gün sürdü bu.
Bavul indir kaldırmak gibi işler için bir sürü de erkek var. 5-6 kişilik bir ekip bir de ben varım. Oda oda, yatak yatak bütün yurt arandı. Arandı demişken, neyi arıyorsunuz, mesela Amerikalıları mı arıyoruz? Silah mı arıyoruz? Bir şey arıyoruz… Tipik bir arama olayı şöyleydi: Kızın yatağı var, bavulu var dolabın üzerinde garanti. “İndiiiir” diyor, bavulu indiriyorlar. “Aaaaç!” diyor, bavulu açıyorlar ve birden bire bavulun içini dağıtmaya başlıyorlar. Sonra anladım ki, fotoğraf arıyorlar, ilişki kurmak için. Yani, bu kimin arkadaşıydı gibi. Ne kadar fotoğraf varsa topluyorlar. Zaten başka da bir şey de çıkmadı kız yurdundan.
Yukarı katlardan bir tanesine girdik. Tabi kız falan yok. Boş yurdu arıyoruz. Herkes kaçmış. Herkes stadyumun içerisinde. Biz stadyumdan ayrıldıktan sonra, onları spor salonuna devrettiler. Ve spor salonu bu kadar insanı, bu kadar uzun süre tutacak bir mekân değil. Tuvaletler falan. Büyük rezalet çıktı. “Hocam, hocam asprin!” diye bağıranlar içeriden, biz çünkü arada gidiyoruz, ama dışarıdayız.
Yurtta şimdi kızın yatağının başında komodin var. Onun üzerinde de bu demlik vardı. Demliği kurşun delip, geçmiş. Düşünün, kızın yatağının başına bu kurşun gelmiş.
Yurtların duvarları delik deşikti. Alt katlarda yoktu, hep böyle ikinci, üçüncü, dördüncü katlarda vardı. Mahsus mu yaptılar? Herhalde. Korudular herhalde insanlar ölmesin diye.
Sonradan mesela, ne yapacağız, bu kadar çocuk? Su yok, ekmek yok, hiçbir şey. Gece olmuş. Ertesi gece, fırınlar açtırıldı. Birileri koşturuyor şehirde, ekmekler yaptırıldı, peynirler bulunmuş, zeytinler. Ve kapıda askerler, her ekmeği kasaturayla yardıktan sonra her ekmeği içeri alıyorlardı. Böyle bir şey geçirdik.
Sonradan da bunun bir devamı var. Çatışmadan, hengâmeden sonra, Maden Tetkikten bir kişi, o öğrenci damda öldü ve bir er öldü. Ama er hangi ateşle öldü, onu bilmiyorum.
Sonra dediler ki, damı da arayacağız. Alt kattan başladık, araya araya dama geldi sıra. Ben de nasıl çıkacağım dama? Trabzan falan da yok. Belki de bir polisin yardımıyla ben de çıktım. (Dakika:23.34)
Damda da ne olacak, kocaman dam. Ben de çok sıkılmışım, açık havaya çıktık ya. O zaman da çok sigara içerdim. Sonra biri geldi, polis mi, komutan mı, müdür mü neyse; “İşte Molotof kokteyli.” dedi. Ben ömrümde Molotof kokteyli görmemiştim. Fitili falan var. Ben de çok bunalmıştım. Tam sigarayı çıkardım, şuradan da kibriti çıkardım. Polis müdiresi de hemen yanımda, elinde de Molotof kokteyl var. “Napıyosun” dedi, “Söndürün söndürün.” Ben de söndürüp koydum. Gayet alaylı bir şekilde, “Siz bu işleri benden daha iyi bilirsiniz ya” dedi. Bu cümle toplum tarafında ODTÜ ile ilgili oluşturulmak istenen imajı gösteriyor bence.
Toplumdaki ODTÜ’ye ilişkin oluşturulmaya çalışılan imajın bir ipucu veriliyor. (Dakika: 25.04)
HT: Üniversiteye el koydular değil mi hocam?
GG: Evet. 5 Mart’tan sonra ilerleyen günlerde üniversitenin bölümleri işgal altına girdi. Yurtlar falan tamam; çocukları ertesi gün oradan alıp emniyete götürdüler. Hepsini birden. Rektörlüğe 10 kadar savcı geldi. Her birinin yanında birer daktilo Hepimizin ayrı ayrı ifadesini aldılar. “Şimdi sen ne gördün?” diyor savcı, “Ben, ateş açıldı…” dedim. “Hadi hadi!” dedi, “ … yani bu da onlardan, bir şey söylemeyecek veya görmemişlerden.” dedi. O çocukların hepsinin teker teker sorgudan geçirmişler.
Rektör Yardımcısının ve başka hocaların üniversiteye girişleri yasak edildi. Sedat Özkol dışarıdan telefon ediyor, aynı odada oturuyoruz; “Benim hesap cetvelim falan var, kalemim, defterim var, karım gelecek onları ver.” Okula gelemiyor.
O zaman final günleriydi. Notlar verilecek. Benim sınavım yapılamadı. Galiba görevine son verilen Sedat Özkol ve galiba İnşaattan bir arkadaş, Rektör yardımcısı, ikisi de okuldan atılmış bir vaziyette ve sanırım, ikisinin başından geçiyordu. Tekrar vurguluyorum ikisinin de kapıdan girmeleri yasaklanmış durumda. Telefon gelmiş, notları verin diye, mesela bölüm başkanı. O da demiş ki, “Ne notu? Dalga mı geçiyorsunuz?” . Ertesi gün, adamın evi askerlerce çevrilmiş, notları verene kadar abluka altında olacak diye ev. Notların yazıldığı formları göndermişler, bu da tutmuş herkese AA, AA vermiş. Ertesi gün yine kuşatılmış, gerçek notlar verilene kadar bu defa. Üniversite ihbar ediyor olabilir veya tutup soruyor olabilirler. Şimdi, tutmuş AA, BC, AA, CB böyle karışık bir not vermiş. Diğer arkadaş da lanet olsun deyip, evinden çıkmış Trakya’ya gitmişmiş. Şimdi evi, böyle çevrilince, telgraf çekiyor. Bakın insanların telaşesine. Türkiye’de kanunen telgrafların Türkçe olması gerekir, nedense. Şimdi bu İngilizce telgraf çekmiş öbür arkadaşa. Aynen şöyle diyor;
“The headquarters request grades urgently, come quick”.
Şimdi bu da Trakya’dan cart diye gelmiş. Bunun içerisine düşmüş.
Asistanların üniversiteye girmeleri yasak dediler. Öğrenciler yok zaten. Hâlbuki biz o zaman sosyal sigortalara bağlı işçi statüsündeyiz, 83’e kadar. 83’te, memur olduk. O yüzden de şöyle bir adet vardı. İşten atar hocayı, adam Danıştay’a başvurur, “sen memur değilsin kardeşim”, der Danıştay. İş mahkemesine başvurur: “Siz hocasınız”. İş mahkemesi kabul etmez. Böyle bir kargaşa. Şimdi 7 gün işe gelmeyen insan otomatikman işten atılıyor. 7 gün işe gelmiyor diye, asistanları işten attılar. Bazı asistanları, canları istediklerini. Mesela biz de bir arkadaş vardı, Muammer Soysal. Muammer Soysal bu maddeden atıldı. (Dakika 30.00)
5 Mart sonrasında Erdal Bey istifa etti. Erdal İnönü, 9. ay 70’ten 3. ay 71’e kadar Rektörmüş. Erdal Bey’in istifasından sonra oluyor bütün bunlar. Ve biliyorsunuz, Erdal beyden sonra bir General ODTÜ’nün Rektörü oldu. Laf aramızda, birçok Rektörden çok daha iyi de çıktı. Şefik Erensü, o da öldü.
HT: Nazif Hocamız da aranıyordu değil mi?
GG: O sırada, Nazif Tepederenlioğlu hakkında tutuklama kararı çıktı. Nedeni de Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Yönetim Kurulunda olması. Bütün EMO Yönetim Kurulu’na toptan tutuklama kararı verilmiş. Şimdi bunlar ilk ilerici grup ve ilk defa iktidara geliyorlar EMO ‘da. Ve bir sağcı da seçilmiş. Ona da tutuklama kararı çıkartılmış. Şimdi tutuklama kararı çıkartılınca, bunların yarısı tutuklandı. Yani yarısı yakalandı. Biz Nazif’e ortadan kaybol dedik. Nazif ve ben, set başında Neşe’de yemek yedik. Ve karısıyla öpüştü helâlleşti falan, gönderdik İstanbul’a. Nitekim evi basıldı 2-3 gün sonra.
Nazif’i uğurladık ama aynı 7 gün dalgası Nazif için de geçerli. Nazif yok ortalıkta. O yüzden, bir punduna getirip rapor aldık. “Ağır şeker koması” diyerekten. Şimdi bu raporu alabilmek için, hastaneye gitmek gerekiyor, hastaneye gitmek için üniversitenin sağlık servisinden havale edilmesi gerekiyor. Ben de gittim Başhekime ve dedim: “Efenim durum böyle böyle.” Açıklıkla anlattım. Dedi ki: “Niye bana geldiniz?” Hiç unutmam bunu, Başhekim diyor ki orada bir solcu doktor varmış; “Niye ona gitmediniz de, bana geldiniz?”. Hatta TİP’in kurucu üyeleri arasındaymış. Ben de şaşırdım; “Efenim siz Başhekimsiniz, o yüzden geldik.” dedim. “Getir getir” dedi. Bunu hiç unutmuyorum, bunu söyleyen bir hekim. Nazif Tepederenlioğlu doğuştan kamburdu. Yani, çok kamburdu, sağlığı iyi bir insan değildi. Şimdi “Zaten dedi o kaburgaya ne kadar yaşayacağını zannediyor ki?” dedi. Yani bi’nevi intikam alır gibi. Hatta bizim bölümden 2 kişi atıldı, 1402’den. Niye 2 sakatı attınız diye yazı çıktı, Cumhuriyet’te.
Şimdi böyle bir durum, neyse biz raporu aldık. Ve Bölüm Başkanı telefon etti. Yeni Bölüm Başkanı, Halil Bengi. Muhterem bir adam ama dünyadan haberi olmayan. “Halil Bey sizinle görüşmek istiyor.” diye telefon geliyor. Rektör General olunca, Rektör Yardımcı emekli Albay, hiyerarşisine göre üstelik. Böyle emekli bir subay üniversitenin Genel Sekreteri olmuş. Halil Bey’i aramış; “Ben yeni genel sekreter oldum, bütün bölümleri dolaşıyorum, sizi de ziyaret edeceğim. Sabah 11’de geleceğim” demiş. “Ben gelirken, Nazif Bey ile Güney Bey de hazır bulunsun” demiş. Halil Bey de 40 tane hoca var neden bu ikisini istiyor ki diye düşünmemiş bile. Tabii ben durumu anlıyorum. Bölüme gittim, bir de baktım siyah pardösülü birtakım adamlar bekliyor. Odasına girdim. “Oturun Güney bey” dedi. Adam oturuyor, Halil Bey oturuyor. Epeyce bir oturduk. “Güney bey, Nazif Bey nerede?” dedi.” Efenim, Nazif Bey hasta” dedim. “Nerede, evde mi yatıyor?” dedi. “Valla efenim nerede yatıyor bilmiyorum ama karısı rapor getirdi.” dedim. Ben de raporu devamlı yanımda taşıyorum. Tuttum. “Bir bakayım” dedi, “Bu ne biçim rapor?” falan dedi ve gittiler. Şimdi tabi durum anlaşıldı.
Yıllar sonra, Halil Bey ile konuşuyoruz. “Güney bey” dedi, “Düşünebiliyor musunuz, Nazif beyi elimle polislere teslim edecekmişim, düşünebiliyor musunuz? Şimdi ayıktım” dedi. O da öldü…
Nazif sonra mahkemede beraat etti ve döndü. Tekrar sivil hükümet oldu. (Dakika: 40.26)
Nazif sonra döndü. Tekrar sivil hükümet oldu. Ama Nazif artık bölüm başkanı değildi. Kemal Kurdaş’tan sonra Mustafa Parlar rektörlüğe getirildi biliyorsunuz. 6 saat rektörlük yapmış oldu. Öğrenciler amfileri falan bastı, Parlar hoca zor kurtarıldı. Ben Parlar’ı çok severim. Fakat o mütevelli heyeti şunu fark edemedi. Dünya değişmiş. Ben şunu rektör tayin ederim deyince olmuyor. Kimi tayin ederlerse etsinler bu olacaktı. Döveceklerdi Mustafa Parları, çevirdiler vesair. Bütün bölümün kapısına: “ Bu bölüme köpekler ve Mustafa Parlar giremez” yazılıydı. Yani böyle bir gerilim var. Şimdi bu gerilimi, cart diye ben rektör tayin ederim diyerek çözemezsin. Öğlen radyolar rektörlüğünü ilan ettiler, akşamına istifa etti. Rektör tayin edemediler uzun yıllar, uzun süre. Bakın Kemal Kurdaş, 61’den 69’a kadar, Erdal İnönü 70’ten 71’e kadar. Parlar’ın tayini 70’teydi. Ve mecbur kaldılar Erdal İnönü’yü tayin etmeye. Biraz basiret olsaydı, yani Erdal Bey yoktu o zaman. Erdal Bey’in aday vaziyeti yok. Ortam öğrencilerin de öğretim üyelerinin de görüşlerini almaları gerektiği bir ortam olmasının farkına varmaları lazımdı. Onlar tersine dayatıp. Erdal İnönü ‘den sonra general Şefik Erensü, İsmet Erdemir, Tarık Somer, Hasan Alyanak ve Hasan Tan geliyor.
(Dakika: 46.36 - Telefon geliyor - ARA -)
(Dakika: 47.08)
Hasan Tan’ın rektörlüğü başka büyük bir mücadele.
12 Eylül Amerkancı Faşist Askeri Darbe Dönemi
Sonrasında başımıza 12 Eylül geldi ve sonrasındaki rektör Mehmet Gönlübol. Mehmet Gönlübol, Ankara Üniversitesi’nin öğretim üyesi, Tarık Somer de ODTÜ’nün. Sonrasında, Mehmet Gönlübol’u ODTÜ’ye, Tarık Somer’i de Ankara Üniversitesine rektör yaptılar. Ki, Tarık Bey daha önce ODTÜ’ye Rektörlük yapmıştı. Bütün bunlar, Tarık Bey’in tasarımı ile yapılan işler.
Şimdi biz Antep’e 2 kişi 12 Eylül’de sürüldük. Hadi ben tanınmışım, mimliyim, TİP’in senatörlük seçimlerinde adaydım. Fakat diğer arkadaş kendi halinde. Yurdakul Ceyhun ‘nun siyasi yönü hemen hemen yoktu. Bir süre Libya’da çalışmıştı. Libya’da sokak cadde numarası hak getireymiş. Oradaki Türk işçilerinin dilekçelerini yazıyormuş, yardım ediyormuş. Onu da çok seviyorlarmış. Bir mektup getirmişler, ortalıkta kalan yanlış adresi olan bir mektup. Şimdi bu mektup çok ilginç. Tarık Somer’in birisine yazdığı mektup veya birisinin Tarık Somer’e yazdığı mektup. Tarık Somer veya diğeri Libya’da. Tarık Somer Afrika’da bir yerde. 12 Eylül konusunda fikir teatisinde bulunuyorlar. Mektupta diyor ki, el yazısıyla Tarık Somer’in: “Bizimkilere de işkence yapıyorlarmış”! Yani diyor ki, solcuların yanında MHP’lilere de işkence yapıyorlarmış diye yazıyor; “ama kısa sürede anlarlar yanlışlarını” gibi cümleler var mektupta.
O sırada da biz bir dergi çıkarmaya başladık, Bilim ve Sanat diye. 12 Eylül’ün 5. Ayında, 1 Ocak 1981 ‘de başladık dergiye ve 96 sayı çıktı. İlerici bir dergiydi. Ben de o derginin yazı işlerinde çalışıyorum. Yurdakul geldi, dedi ki: “Abi bu mektup geçti benim elime. Bunu yayınlayalım”. Ben, “Aman maazallah nasıl yayınlayalım bunu?” dedim. Ben kimseye söylemedim ama Yurdakul onu Ahmet’e Mehmet’e söyledi ve oradan Antep’e sürüldük. Yani sürüldü, yani ben zaten sürülecektim. Götürdü bu mektubu, Uğur Mumcu’ya verdi. Bunun zamanı tabi 12 eylülden sonra. Ve Uğur Mumcu, bunu yazdı, yumuşatarak yazdı. Cumhuriyeti falan kapatıyorlar. Çok sıkışık zamanlardı.
Velhasıl, Yurdakul ile beni sürdüler.
Nazif’e gelince, o da çok ilginçtir. Şimdi ben bunu elimde belge olmadığı için iddia gibi söylemek istemiyorum, iddia edemem ama bu meşhur oldu. YÖK Yasası çıktı. Biz zaten o yasa mucidiyle sürüldük. YÖK yasası diyor ki, üniversitenin rektörü üniversitesindeki öğretim üyelerini istediği yere getirebilir nitelikteydi. Gaziantep de ODTÜ’ye bağlı. Biz ikimiz oradan gittik. Şimdi rotasyon diye birşey çıkardılar
HT: Nazif Hocayı da Elazığ’a sürdüler.
GG: O zaman Elazığ’a süremiyorsunuz. Şimdi büyük Şehir üniversiteleri, Anadolu üniversitelerine yardım edecek denmiş; rotasyonla, mesela bir yıllığına bir hoca alınıp buradan oraya gönderilecek. Bir liste çıkarılmış. (Dakika: 53.30)
Hangi üniversitenin hangi çeşit öğretim üyesine ihtiyacı var diyerekten. Elazığ Fırat Üniversitesinin elektrik hocasına ihtiyacı varmış, bir kişiye. Bu da Orta doğu’dan gitsin diye karar çıkmış. Kim çıkartmışsa?
Şimdi yasada deniyor ki: “Bu, kurraylan saptanır.” İş orada yani. Mesele orada yani. Diyelim diğer tarafları yasal. Yasayı ona göre çıkarmışlar.
Kurayı çekmişler, a çıkmış.
HT: Kim çekiyor kurayı?
GG: Bir tanesinin ismini biliyorum ama o dursun. Hani katiller eninde sonunda cinayet mahalline gelirlermiş ya, böyle bir şey çekermiş onları. Ve öylece yakalanırlar. Yani böyle bir efsane vardır. Psikolojik olarak ayrılamaz. Ben de günün birinde bunlardan birisinin bunu itiraf edeceğini umuyorum. O umutla da öleceğim herhalde.
HT: Yasaya göre, kim yetkili bunu çekmeye?
GG: Emin ol bilmiyorum. Ve çekmişler c çıkmış, çekmişler d çıkmış, çekmişler Nazif çıkmış; “Hah kurrayı çektik.” demişler.
Sonuçta ikimiz de gittik. Hatta birisinin mastır tezini ayarladık, Nazif’i birinin mastır tezi jürisine koyduk. Çünkü, yani mesela benim Gaziantep’teki bölüm başkanı öğrencim. Orada benim öğrencilerim var. Bana en güzel odayı hazırlamışlar. Şimdi Nazif Elazığ gibi hiç bilmediğim bir kentte, MHP’nin hâkim olduğu bir kentte.
Mesela ilginç bir şey anlatır; Ramazan, yolda bi’su içmek istiyor, bakkala giriyor, bakkalda şişeylen su satılır, ama yok satmıyor. Bir bakkala girmiş, bunu Nazif çok gülerek anlatır; “Ya demiş, öldük yav bir şişe su ver” demiş. Adam sen kimsin arkadaş falan filan. Bunlar itimad etmişler. “Ya arkadaş sen gel” demiş, bakallın arkasında bir oda varmış. Odada 6 kişi, bir bakmışlar demleniyorlar. Bunu da davet etmişler. Türkiye işte.
İşte Mastır jürisine geldi, Elazığ’dan Antep’e falan. Elazığ ile Antep arasında telefon konuşması veya Antep ile Ankara arasındaki telefon konuşması, şimdi sabahtan yazdırıyorsunuz, akşam saat yedide sıranız geldi diye bağlanıyor Ankara. Şimdi bizim bölümde çok değerli bir hocamız. Onun da babası, … kadar yükselmiş birisiydi. Kulağı da delik diyelim. (Hocamızın ismini ve babasının görevini ben çıkardım. - HT)
Bir gün akşama doğru, hiç unutmam Cumaydı telefon çaldı. Dedi ki;
“Güney senin hesabın tamam. Haber veriyim dedim” dedi.
Yani 1402 ile atılıyorsun anlamında.
Ertesi gün de piknik yapılacaktı bizim elektrik bölümünde, Gaziantep’te. Ben dedim ki; “ben pikniğe gitçek bir adam değilim”. Sonra bölüm başkanı, “bir tuhaftınız1 diyor... neyse...
Pazartesi günü erkenden sabah gittim odama oturdum. Hemen aşağıdan bilgisayar teknisyenlerinden rica ettik, kutu getirin şey getirin, topladık başladık kutulamaya, 10 Mayıstı veya 6 Mayıs. Ondan sonra, derken telefon çaldı. Bir hanım kız vardı, milliyet gazetesinde çalışıyordu. Nilgün Tarkan. Bayağı girişken bir gazeteciydi. Ben ona Orta Doğu bilgileri verirdim. “Güney bey” dedi, “bir haber aldık şimdi telefonda” o da gazeteci ya telefon edebiliyor herhalde, “Yeni aldık da” dedi, “doğruysa gazeteye koyacağız da şimdi” dedi. Dedim doğru. Şimdi öyle otururken, bu arada bunu da anlatmış olayım. Bu da ilginçtir.
Ben şimdi kanunları bilmediğimden, nedir hakkımız bilmediğimden, orada bir avukat da yok, tanıdığımız yok, kimsemiz yok bir anlamda.Hocalar var ama onlar da ne bilsin. (Dakika: 59.20)
O sırada biz ihbar edilmişiz Ankaraya Rektörlüğe, heyet gelecek soruşturmak için, Ankara’ya Rektörlüğe Burada komünistleri koruyor diyerekten. Anket yapılmış öğrenciler arasında, ben orada birinci hoca çıkmışım. Komünist hocayı birinci çıkarttı diye biri, MHPli bir hanım hoca vardı orada.
HT: Siz ODTÜ’de elektrikte de çok sevilen bir hocaydınız..
GG: Evet hep birinci çıkardım bölüm anketlerinde, en son 7.liğe düşmüşüm, halbuki ben hiç 3.lükten düşmezdim. Yani hakkatten. O zaman dedim bizim resmen olmuştuk zaten ama gerçekten emeklilik yaşımız gelmiş. Hiç 7.liğe düşülür mü?
Şimdi onlar gelecek, bölüm başkanlığı ihbar etmiş. Sonradan o hatun burada büyük bir üniversitede bölüm başkanı oldu. Elektrik Gaziantep’ te hocaydı…
Birden pat diyerekten Dekan girdi odaya. Gaziantepin de en büyük adamı dekan. Dedi ki; “Size kötü bir haber vermek zorunda kalmayacağım.” Kitapları falan paketliyoruz, gördü. “Buyurun hocam.” Dedik, adam oturdu. Şimdi bu dekan, elektrikten değil, sanırım o zaman zaten 2 bölüm yahut 3 bölüm vardı. Elektrik, makina, fizik vardı, mühendislikte toplam 3 bölüm vardı. Dedi ki size dedi, bunu tebliğ etmekle görevliyim.
Ben haklarımızı falan bilmiyorum dedim ya, dedim ki ben şimdi tutup da atılırsam emeklilik hakkımı da kaybederim. Meğersem hiç bir zaman kaybetmiyormuşum. Yani o hakkı almış isen. Ki vardı. Ben sabah geldim. Hademeyi çağırdım. Şu dilekçeyi al, götür kayıt ettir, kayıt bürosundan kayıt numarası al, numarayı da buraya getir. Ben emekli olmak istiyorum. Emeklilik işlemlerinin başlatılmasına diye bir dilekçe yazdım. Hiç gereği yokmuş. Zararı da yokmuş. Fakat bunu yazdım gönderdim. Şimdi bakın buradan ne çıkacak?
Dediğim gibi Dekan girdi, oturuyor. Benim önüme bir kağıt koydu. Şimdi o Meşhur ibare vardır. Kimler atılır diye, yasada neler yazılı, 1402 sayılı yasanın 2 numaralı veya 12 numaralı madde sanırım:
Şöyle bişeyler yazıyor;
“Görevinde faydalı olmadıkları anlaşılan veya bilmem neden bilmem ne olmadıkları anlaşılan, veya devlet memuru olarak çalıştırılmalarında sakınca olduğu görülen kişiler bir daha kamu görevlerinde çalıştırılmamak üzere görevlerine son verilir” diyor.
Bunun altına tebellüğ ettim yazmış. “Bunu” dedi “lütfen imzalayın”. “Bunun” dedim “ben, bir kopyasını rica ediyorum”. “Kopya falan verilemez” dedi. En ağrıma giden ise şu oldu: Rektörden geliyor oluşu. Rektör Mehmet Gönlübol, Bölüm Başkanı: Önder Yüksel’di galiba. (Dakika: 01.04.00).
Şimdi vermiyor adam, zorla alcak halimiz yok. Ben dedim o zaman bunu elimle kopyalayacağım. En ağrıma giden şey ise şu oldu; “kendine tebellüğ edilerek” ve aynen şöyle diyor; “Elinden ODTÜ Hüviyeti alınarak, aşağısının imza edilmesi temin edilmesine” Rektör yazıyor bunu: “elinden ODTÜ hüviyetinin alınarak…”.
Bizim de iki hüvviyetimiz var, bir Gaziantep hüviyeti bir de ODTÜ hüviyeti. ODTÜ hüviyetine kıyamadım, vermedim. Herif de uyudu. Şimdi Gaziantep hüviyetini verdik, imzaladık. Çıktı gitti. O sırada öğrenciler çıktı geldi. Hocam derse geç kaldınız-bekliyoruz, ben ömrümde ilk defa dersime geç kalmışım, yani derse hiç geç kalmam ben. Bi’de baktım millet biraz da vedalaşma hisleri içerisinde. Orada bekliyorlar sınıfta. “Haydi” dedim “çocuklar eyvallah”.
Bir de ayrıca uğurlamaya karar vermişler. Buradakinden beter, 7-8 km şehrin dışında üniversitenin kampüsü. Demişler ki, üniversite otobüs versin, servis kaldırsın. Gece saat dokuzda kalkıyor benim otobüsüm, Ankara’ya. Ertesi gün bu. “Ne demek ya ne otobüsü deyip” haydi yapmışlar. Nasıl olmuşsa, belediye otobüs tahsil etmiş.
Ve iki belediye otobüsü ile geldi öğrenciler. Kabaca bölümün yarısı gelmiş. Ve gecenin dokuzu olduğu için de kızlar çıkamıyor. Kızlar yok. Onun için mesela 2 tane kız mektup göndermiş, kusura bakma hocam diye.
HT: Kızların o zaman daha erken saatte yurtta olması gerekiyordu değil mi?
GG: Şimdi bu da 9’da kalkıyor. SEÇ otobüsleri. Şimdi birisi getiriyor bir paket fıstık, birisi getiriyor bir paket kutu baklava. Otobüsün şoför muavini büyük kalın bir naylon torba getirdi. Ben veriyorum o atıyor, ben veriyorum o atıyor. Mesela şu bakır tabak, oraya öğretim üyelerinin getirdiği, arkasında aynen şöyle yazıyor; “Kıymetli hocamıza fedakar, en derin sevgi ve saygılarımızla, Gaziantep Elektrik Bölümü Öğrencileri.11.05.1983-Gaziantep.”
Bu öğrencilerin. Öğretim üyelerinkini kaybettim.
Kalem getirenler, o zaman yurtdışından kırtasiye gelmiyor. Bloknot getirenler kalem getirenler, hepsini böyle doldurduk.
Buraya geldim, Emekli Sandığına gittim. Tabi buraya gelince öğrendik. Ben idam dahi edilsem, emekli olabiliyormuşum. Hak kazanmışım. Sigorta çünkü bu.
Dedim ki; “Biz böyle böyle bir dilekçe yazdık.”
Burada açtılar dosyaları. Bakın dosyalardan ne çıktı? Ben sabah sekizde gönderdim hademeyle o dilekçeyi. Adam geldi, Sayın Dekan geldi, on bir buçuk, on ikiye doğru. Yani gerçek bu. Ben diyorum ki, “Emeklilik işlemlerinin başlatılmasına, saygılarımla” diyorum. Altına el yazısıyla; “Bu dilekçeyi kendisine görevine son verildiği tebliğ edildikten sonra vermiştir.” diyor. O da bilmiyor, sonra da versem bir kıymeti yok muş.
HT: Kim imzalamış onu?
GG: Dekan. Şimdi bilmiyor, sonradan versem de birşey olmuyor.
HT: Bir hoca bir hocaya, bir bilim adamı diğer bir bilimadamına böyle bir kötülük yapıyor!
Düşünebiliyor musun? Ben atılmışım falan derken orada bir telefon çaldı:
- “Alo alo neresi orası, Gaziantep mi neresi? Nazif Bey’i arıyorum.”
- “Nazif Bey, Gaziantep’te değil, Elazığ’da. Ben arkadaşıyım, neden arıyorsunuz?”
Aynı sabah Nazif de atılmış.
- “Ben Amerika’dan arıyorum.“Üniversiteden görevine son verildiğini duyduk, burda profesörlük açık, kendisini davet etmek için arıyoruz”
HT: İngilizce mi türkçe mi dedi bunu?
GG: Türkçe. Veya ingilizce bunu unutmuşum.
HT: Ben hep şöyle diyorum: 12 Eylül yönetimi Nazif hocayı komünist diye attı, amerika komünist olduğunu anlamadı, ve öğretim üyesi yaptı.
GG: Nazif sadece öğretim üyesi değildi ki. O Kennedy Uzay Üssünde de ders verdi.
Ben ha babam mahkemelerde uğraştım. 6 yıl kadar uğraştım. Bir dava kazandık, uygulamıyoruz dediler, onu dava ettik, kazandık, yine uygulamıyoruz dediler. Velhasıl 5-6 dava açtım. Ensonunda çok iyi bir avukat vardı. Eğer bu uygulanmazsa 7 gün içerisinde Rektöre, personele hapis cezası deyince telefon geldi; “Aman yapmayın...” Rektör o zaman Ömer Saatçioğlu.
HT: Ömer Saatçioğlu da uygulamadı mı sizin göreve iadenizi?
GG: Uygulamadı. Ben öyle hatırlıyorum. Masondur, iyi bir insandır. İş adamı türünden birisidir. (Güney Hoca, bölümde yanıbaşındaki masonları bilmiyordu, 2008'de ben de bilmiyordum.-HT)
Ondan sonra Süha Bey Rektör oldu. O da benim çok eski arkdaşım. Bir gün bir kokteylde kafayı buldum ben. Ona da söyledim. Bu işler onların elinde değil. Rektör yardımcıları vardı. Kim olursa olsun Rektör, onlar yönetiyor. Onun için Rektörleri bir fiil suçlamanın pek bir anlamı yok. O anlamda Rektör Yardımcılarını suçlamak lazım.
Şimdi mahkeme de geri alın demiyor ki. Atılma kararını geri alın diyor. Atılmamış gibi olması lazım. Onun için plaket veriyorlar, 25-30 yıl, Ben diyorum, “Gelmem”, O atılık yılı indiriyor. Benle olanlar mesela 30 yıllık alıyor, ben 25 yıllık alıyorum. Aldığın plaketin bir kıymeti yok bu durumda.
Nazif tersine biraz lanetledi. Ben gelmem gibi. Onu davet eden de olmadı. Bizim bölüm hariç. Bölüm her zaman bana karşı olsun, Nazife karşı olsun çok iyidir. Ama üniversite olarak, o da davet bekledi herhalde, ben beklemedim, ben zorlan oraya girdim. Kıra kıra yıka yıka girdik. Ama Nazif, gurbet ellerde öldü. Tek başına yaşıyordu orada. Ailesi gitti geldi. Karısı kanser olmuştu falan. Öldüğü zaman bir hafta falan evde ölü kalmış. Farkına varılmamış. Ve ben cenaze töreninde şunu söyledim:
“Bir garip ölmüş diyiler,
Soğuk suyla yığalar,
Yedi gün sonra duyolar,
Soğuk suyla yığalar
Şöyle garip benciliğa”
Yunus Emre şiiri. Burada cenaze töreninde okudum. Ve şöyle dedim:
“Nazif bir anlamda öldürüldü. İlla öldürülmek için çapraz ateş açmak gerekmiyor. Yani Necdet Bulut’u öldürdükleri gibi mesela. Necdet de çok yakın bir arkadaşımdı. Ben onun çok çok yakın arkadaşıydım, o da benim çok çok belki de en yakın arkadaşımdı. Vuruldu gitti. Nazif böyle oldu. (Dakika: 01:15.18)
HT: O dönemde atılan Hasan Ünal Nalbantoğlu da o dönemde 1402 ile atılanlardan biri. Şimdi kanser. (Bu söyleşi yapıldıktan 3 yıl sonra Ünal Nalbantoğlu Hocayı Ocak 2011'de kaybettik.-HT)
GG: Evet, Ünal Nalbantoğlu da o dönem 1402 ile atıldı.7 kişi zannediyorum ODTÜ’den atıldı 1402 ile. 2 kişi bizim bölümden.
HT: Arif Ertaş, Önder Yüksel ve Doğan Çalıkoğlu Hocalar öyle profesör oldular.
GG: Doğan Çalıkoğlu, o da çok ilginç bir kişidir. Şimdi kağıt okuyacağız. Yani aynı soruları soracağız. İkimizin de ayrı sınıfları var ama senin öğrencindi benim öğrencimdi diye ayırdetmiyoruz. Sorularda anlaşıyoruz, o 2 soru soruyor, ben 2 soru soruyorum. Herkes sorduğu sorunun cevabını okuyor. Yani o sınıftakileri de ben okuyordum. Bir de soruların cevaplarına itiraz fırsatı veriyoruz. Biri geldi. “Ben” dedi, “Çok doğru yazmışım ama notum kırıldı.” dedi. Şimdi benim sınıfım ama onun sorduğu soru söz konusu. Baktım. Hakkatten hiçbir yanlış yok doğru, tıkır tıkır doğru. Hoca hocaya tabi, öğrenci karşısında ya bu doğru denmezdi orada. Ben de ona “Ben bunu bir inceleyeyim, sonra konuşuruz.” dedim.
Şimdi Doğan’a dedim ki; “Ya doğan burada not kırılmış, bu kadar yanlışı nasıl görmezsin” kabilinden. Bana şöyle bir baktı; “Türkçe kelime kullanmış.” Türkçe kelime kullanınca yarım puan kesiyormuş. Bu sorudan 10 alacağına 5 alıyor. Ya böyle bir kural ilan edilmiş mi, böyle bir kanun var mı? Yani biz önceden Türkçe kelime kullanandan puan keseceğiz desek, o da kanun dışı ama.. Ya dedim olur mu böyle şey? Girdik birbirimize.
Yeni YÖK yasasına göre, belki hala o yasa yürülükte bilmiyorum, profesör olabilmek için kendi üniversitenin dışında bir üniversitede- mesela atıyorum, bilmem ne üniversitesinde, 1 yıl çalışmış olman gerekir şartı koydular. Buna o dönem hülle dediler, hatta hülleci profesör oldu insanlar.
GG: Evet, Şimdi; “ben gidiyorum bir sene sonra gelicem”, hülle yani kandırmaca. Aynı şekilde, Doğan gitti.
(HT not düşer: Doğan Çalıkoğlu’ndan ders almıştım. Özellikle sınav zamanları derste dalanlar olurdu, arkası dönük olsa bile fark eder, sinirlenir, döner söylenirdi. Bir de ODTÜ’de, herkesin eşit olduğunun simgesi olarak, bey, bayan vs yoktu. Herkes herkese “hocam” diye hitap ederdi. Çalıkoğlu buna da bozulur kızardı. Kantindeki görevliye hoca dediğimiz için bir dersin yarısını buna harcamıştı. Gidin o zaman size o ders versin filan.
Bu “hocam” sözcüğüne ODTÜ’lüler iyice alışmış, bilinçaltlarına işlemiştir. Geçen gün hastanede muayene oluyorum, hemşire, doktora “Hocam” dedi, ben de gayri ihtiyari; “efendim” dedim. Doktor güldü, “ODTÜ’lü müsünüz?” - HT)
HT: Yurdakul Ceyhun Hoca da atıldı değil mi?
GG: Yurdakul, hayır atılmadı. Beraber Gaziantep’e tayin edildik. Sürüldü ama gitmedi, istifa etti.
HT: Zaten istifa edin diye sürmüşler değil mi?
GG: Tabi. Emri aldıktan sonra 15 gün içerisinde orada göreve başlamış olmamız lazımmış. Ben nasıl gideceğiz, uçak bileti, biz nasıl gideceğiz falan derken, o “Dur bir düşüneyim Güneycim” dedi ve istifa etti. Onu da öyle kaybettik. O da bir nevi heba oldu. İyi bir hocaydı. (Dakika: 01:26.12)
Şimdi biz Bilim Sanat dergisindeyiz. Şimdi atıldım, böyle iyice bilim sanat dergisinde yazı işleri müdürü falan oldum. Gidiyorum. Şimdi birisi demeç veriyor; “100 kişi atıldı üniversiteden”, İhsan Doğramacı[5] bir demeç veriyor; “hayır” diyor “12 kişi atıldı” diyor. Birisi demeç veriyor, “80 kişi atıldı”, bir gazete de yazılıyor, Doğramacı; diyor ki “hayır 7 kişi atıldı”. Dedik ki; “Bu sayıyla olmuyor, biz bunları isim isim bulacağız.” Ahmet de atıldı, Mehmet de atıldı, şu bölümden, bu fakülteden.
(HT notu: Prof. Dr. İhsan Doğramacı, 12 Eylül faşist cuntasının, üniversitelerdeki işbirlikçisidir: YÖK'ü kuran ve 12 Eylül'de üniversitrelerden bir çok değerli öğretim üyesini atan ve gitmesine neden olan kişidir. Kendisi aynı zamanda Doğuş Locası kardeşlerinden masondur. Hacettepe Üniversitesi kuruluşu sırasında mason derneğinden ayrılmış ama her zaman masonlarla iyi ilişkilerini korumuştur. -HT)
HT: Anımsıyorum, böyle bir liste de çıkmıştı.
GG: Listeyi ben hazırladım. Bir arkadaşımız, 1402’lik bir arkadaşımızın da bir kitabı çıkmak üzere. Benden o listeyi aldı ve o liste yayınlanacak orada. Şimdi, bu listeyi hazırlamanın, telefonla ve o korku ortamında hazırlamanın ne demek olduğunu düşünebiliyor musunuz? Elazığ’dan kim atılmış, hadi bakalım bul Elazığ’dan kim atılmış. Önce Elazığ’da soru sorabileceğin kim var? Onu bul falan.
Böyle canımızı dişimize taktık, sabahtan akşama kadar bu listeyi çıkarttık. Yalnız atılanlar değil, ayrılanlar da dâhil. 1402 ile atılanlar, 1402 olmadan ayrılanlar ve bir de kendi istekleri ile ayrılanlar veya emekli olanlar. Şimdi mesela oradan saptadık ki: Ankara Üniversitesinden 30 kişi atılmış: ODTÜ’den 7 kişi atılmış, Boğaziçi’nden 1 kişi atıldı. İşte bu kitabı yazan arkadaş. O da Tansu’nun sayesinde. Tansu Çillerin. Şimdi bunu dergiye basacağız. Listeyi. Büyük bir gizlilik içerisinde, matbaayı basacaklar diye, o korkunun içerisindeyiz. Matbaadan alınıyor dergiler, hatırlamıyorum birkaç bin tane basılıyor, matbadan derginin yazıhanesine getiriliyor, orada ayrılıyor, 25’er olarak bağlanıyor. O dergileri aldık, başka birinin evine, dergi basılacak diye. Biz dağıtım şirketine, abonelere dağıtıyoruz. Yani bu korkular içerisinde bu liste yayınlandı.
HT: Kaç kişi atıldı 1402 ile?
GG: Tam hatırlamıyorum ama mesela ayrılanları çıkarttık. 1000’lerle, yani 600 tane ayrılan vardı. Mesele orada zaten. Çünkü ODTÜ dışarıya en açık, adamların rahatça dışarıya gidebilecekleri üniversite. Onlar da tek tel listede var. Sonra bir ay daha atlıyor. Bir takım yazılar falan.
3 ay sonraki sayı. Ek liste: 400 öğretim üyesi daha. Burada, istatistikleri var. Burada yaptığımzı yanlışları düzeltiyoruz. Görevlerine son verilenler, yani yeni bulduklarımızı o zaman yeni son verilenler değil. Sonra görevlerinden ayrılanlar.
Şimdi bakın, şu liste şurada. Şubat 84, YÖK 3. Yılına girerken, görevlerine son verilen öğretim üyeleri, şimdi daha az sayıda olduğu için 1402’likler, makul olarak 1402’liklere yıldız koymamız, diğerlerine koymamamız gerekir ama o zaman diyeceksin ki 1402’likler yıldızlı ama biz 1402 lafını kullanmamaya çalışıyoruz. Onun için öbürlerine koyduk. Yıldızlaılar üniversitenin kararıyla atılanlardır, öbürlerini sen anlayacaksın. Böyle gidiyor, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, görüyor musun siyasalı şuraya kadar:
Falan filan. Şimdi bütün bölümler bu şekilde sıralanmış. Dakika: 1.33.21
HT: Bir kısmı da yurt dışına mı gittiler?
GG: Hepsi gitmedi, bir kısmı da gerçekten emekli oldu. Zaten ayrılacaktı, Ama ayırt edemezsin ki.
Ondan sonra, Doğramacı basın toplantısı yapıyor:
- “Maalesef gazetelerimiz bazı zararlı yayın organlarının yayınlarına itibar ederek, bilmem 100 kişi olduğunu iddia etmektedir.”
Toplantı sonunda görevli bize; “Siz hangi gazetedensiniz? dedi. Biz dedik; “Bilim Sanat dergisindeniz”. ”Aman” dedi “Doğramacı sizinle konuşmak istiyor, bir dakika bekleyin, haber vereyim.” dedi, biz hemen tüydük.
Ve ondan sonra kapak yaptık:
- “Doğramacı iddialarımızı doğruladı”
HT: Doğruladı yani, öyle mi?
Yani şimdi diyor ki, o emekli olmak için ayrıldı, ya kardeşim yani kabul ediyorsun ayrıldı. Bitti. İkinci ek liste var üstelik burada. Ve burada doğrusu şöyle dedi aslında böyledir diye.
HT: 12 Eylül’ün üniversitelere bedeli onbin öğretim üyesi denebilir mi?
GG: Belki o kadar değil ama bir de ortamda yarattığı pasiflik, sinmişlik var. (Dakika: 1:40.18)
Güney Gönenç Nasıl Doçent Oldu?
HT: Sevgili Hocam, bir de sizin Doçentlik Jüri öykünüz vardı. Bizimle paylaşır mısınız?
GG: ODTÜ’de ilk ve son olarak, doçentliği reddedilen adamım ben. O zamanki yasaya göre, ODTÜ’de işçi statüsündeyiz. Doçent olabilmek için, yasaya göre, önce doçentlik için başvuruyorsun. Öbür üniversitedeki adam hangi sınavlardan, aşamalardan geçiyorsa sen de o aşamalardan geçiyorsun. Yani onların sınavına giriyorsun. Türkiye’de bir üniversiteler var, bir de ODTÜ var. YÖK yok o zaman tabii. Üniversitelerarası Kurul Başkanı, eğer başarılıysan ve gerekli aşamaları geçmişsen, sana doçentlik diploması veriyor.
Şimdi ben bütün bunları aştım, geçtim. Çok uğraştım. Tam bir yıl doçentlik tezi yazdım. Kodlama kuramı ile ilgili bir tez. Otomasyonun, kodlama kuramında kullanılışı. “Teorem-proof, teorem-proof” (proof(ing.): kanıt - HT) diye gidiyor. Bu işlerden bir okuyuşta anlayacak bir tek Kemal İnan vardır. Hiç unutmam, 4 gün Kemal İnan’ın evinde yattım. Tez Türkçe, diğer üniversitelere veriyorsunuz. Kemal bir sürü yanlış buldu, düzelttik. Neyse, Doçent olduk. Aldık diplomayı.
ODTÜ yasası diyor ki, ODTÜ tarafından Doçentlik kadrosuna atanmasına. Doçent diploması alındıktan sonra, Üniversite Fakülte Profesörler Kurulu’nun gizli oyu ile karar verilir. O zaman Mühendislik Fakültesi’nde 20 kadar profesör var sanırım. Elektrik Elektronik Mühendisliği’nde, bizde 3 tane profesör vardı: Halil Bengü, Ahmet Rumeli, Sadrettin Simav vardı. Dekan, şimdi oya koyuyorum diyor, çünkü gizli oyla yapılıyor. 15’e 5 ile reddediliyor. Dekan falan da şaşırıyor. Tabi bunun evveliyatı da var.
(HT notu: Gizli oylamada kimler ne oy verdi, bilmek mümkün değil. Ama başı Kimya Mühendisliği kurucularından Prof. Dr. Tarık Somer ve o dönem Kimya Mühendisliğindeki profesörler çektiği öngörülebilir. - HT)
Ben doçent oldum. Yıl 80, 12 Eylül yeni olmuş. Dilekçe vereceğim. Doçentliğin ODTÜ’de kabul edilmesi için. İlgili birimin sekreteri hanım dedi ki; “Hocam dilekçe vermeyin”. “Niye” dedim? Mustafa Parlar gelmiş; “Güney şimdi dilekçe getirir, dilekçeyi alma, işleme koyma ben Amerika’ya gideceğim. Dönüşümü beklesin. “ demiş.
HT: Destekleyecek mi?
GG: Tabi muazzam destekleyecek. Ben dilekçeyi aldım geldim odama. Bilim Sanat’ın 1. Sayısını çıkarıyoruz. Einstein ile ilgili yazı çıkaracağız. Buraya, benim eve de kamp kurduk, Radyo dinlenmeyecek, bir sürü Einstein’la da ilgili şey bulduk Haluk Tosunla. Radyoda, haberleri açtık; “Amerika’dan Türkiye’ye dönmekte olan Mustafa Parlar havaalanında kalp krizi geçirdi.” dedi. Biz orada yazı yetiştirecektik ama Mustafa Parlar böyle olmuş diye duyunca radyoda, ikimiz birden ağlamaya başladık ve yazının da… açtık rakıları. Sonra yazıları yetiştirdik.
Şimdi Parlar ölünce ben gidip dilekçeyi verdim, ne yapayım? Orada şimdi bir sukut olmuş. Onun bir de usulü var. Önce profesörler kurulu bir alt komisyon seçer diyor, Bu komisyon seçilmiş vaktiyle. Ben tezi verdim ya. Alt kurulun hepsi de elektrikçi. Onlar da okumuş ve olumlu rapor getirmişler. Dekan da oya koymuş.
Şimdi olumsuz karar çıkınca, bir arkadaşım vardı, İnşaatta Cahit Şıray söz almış; “İlk defa böyle bir şey oluyor ODTÜ tarihinde. Hayır oyu verenler neden hayır verdiklerini anlatsınlar” demiş. Kimse cevap vermemiş. Bunun üzerine Halil Bey söz almış, o da Alt Komisyon’un Başkanı, sonra Saddrettin Hoca almış sözü. Kararı eleştirmişler.
Daha sonra Rektör Mehmet Kıcıman tezimin bir kopyasını, Bölüm Başkanı Önder Yüksel’den istemiş; “Yanlış anlamayın, bütün karşı çıkan proflar bu dil tezidir, burası Dil Kurumu mu diyorlar. Bir anlayayım” demiş. Kıcıman Hoca sorunu çözmeye çalışıyor, tüm dünyaya rezil olduk diyor. Bütün karşı çıkanlarla tek tek konuşuyor. Bu arada ben Danıştay’a başvurdum tabii. Yasada aradan 1 yıl geçmeden yeniden başvuramaz diyor. Kıcıman Hoca, Önder’e demiş ki, “Sen Güney Bey’e söyle, alt tarafta diyor ki referanslar, bir referansı unutmuş deyin, bir referans eklesin, tez değişmiş olsun.” Bu arada avukata sormuş. Avukat da demiş ki; “Burada madde var, 1 yıl geçmeden başvuramaz”. Şimdi o kadar şapşal bir avukat ki herhalde. Neyse uzatmayayım, öyle Doçent olduk. Yeni oylamada da, yine 8’i hayır dedi.
Şimdi dil tezi, teorem-kod, kodun çözülebilirliği çözülemezliği dedikten sonra 70 sayfalık tezde, bir uygulama, Türkçede otomatik hecelemeye uygulanması bu kuramın diye bir de üç sayfalık bir ek var. Şimdi bastıracağım bunu. Millet buna yeni uyanıyor. Fransız matematik profesörü kadın 60 sayfalık bir şey yazmış bu kuram üzerine. Örnek dil diyor, Türkçeye uygulanması. Bu Türkçe ile ilgili bir şey değil tabi.
Aslında bu bir kamplaşma. Ben solcuyum diye, ne bir öğrenciye veya hocaya veya bir başka insana sağcı diye bir şey yapmamışımdır. Ve yapmamam lazım. O ayrı, bu ayrı.
HT: Bir de sizin boykot anınız vardı.
GG: Süha Dekandı. Onunla da öyle hırlaştım. Ben üniversiteye döndükten sonra, bir arkadaş dedi ki; “Sen öğrencileri boykota kışkırtıyormuşsun. Yüksek yerlerden haber geldi. Dekan sana bunu söyleyecek.” dedi. Ben de dedim ki, “Sen git Dekana de ki, Güney bey odasında oturuyor, bir şey varsa gelip burada söylesin.” Sonra gitmiş bu söylemiş. Onun üzerine, O da; “Güneye ayıp ettik herhalde” demiş.
Şimdi YÖK’ün kuruluş yıldönümünde öğrenciler boykot yapıyor. Benim de tepem şöyle attı. Biz de kendi aramızda konuştuk. Bize ne düşer, memur olarak, hoca olarak… Bizim bölümden iki – üç hoca derse girmedi, boykota katılmış oldular. Onlara bir laf gelmiyor. Haluk Tosun girmedi galiba. Şimdi ben girdim. Elimde tebeşir, başlamak üzereyim derse, yanıma bir oğlan geldi. Dışarıdan. Dedi ki, “Hocam biz boykot yapıyoruz. Siz bize yardım edin.” Ben de; “Benimle ne ilgisi var?” dedim. “Ama biz girmezsek derse, siz de o dersi yaparsanız, biz o dersi dinlememiş oluruz.” demesin mi? Şapşal. Dersi kaçıracakmış. Ben de, her şeyin bir bedeli olduğunu söyledim. Artık tam hatırlamıyorum. Şimdi biz orada fısır fısır konuşuyoruz. Onun üzerine, sınıfta bu kişi bana böyle böyle dedi, ben de ona böyle böyle dedim diye yüksek sesle söyledim sınıfa. Çocuk da çıktı gitti, ben de dersimi yaptım. Olay bu.
Sevgili Güney Hocam, ODTÜ tarihine ışık tutan, çok değerli anılarınızın “odtülüler bülteni” nde yayınlanmasına vesile olduğum için çok mutluyum. Sanırım tarihe notlar düştük. Bu değerli anılarınızı, bizlerle paylaştığınız için şükranlarımı sunarım. Işığınız bizi hep aydınlatacaktır.
Fotoğraflar
Özel fotoğrafların büyük kısmını sevgili hocam Güney Gönenç verdi. Bana yollarken yazdığı e-posta mesajı:
"Kimden: guney gonenc [Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.]
Gönderme Tarihi: Pazar 21 Aralık 2008 16:20
Kime: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Konu: ODTU-MustafaParlarHeykeli ve 5o yil pulu
Hürol,
Devrim1, Devrim2, Devrim3, Hasan Tan,
MustafaParlarHeykeli (satranç) ve
ODTÜ 50. yıl pulu.
Göndereceklerim bu kadar.
Tüm aileye sevgiler,
Güney "
Diğer büyük kısmı da 1983, 1984, 1986 yıllıklarından aldım)
Hürol Taşdelen
Doç. Dr. Güney Gönenç ile yaptığımız söyleşinin, bölümler halinde "odtülüler bülteni" nde yayımlandığı sayılar ve baskıları.
(https://www.odtumd.org.tr/yayin-arsivi/)